5 Ocak 2016 Salı

İzlediğim En İyi 10 ''2015 Filmi''

Normalde yılın en iyi filmleri listesi yaparken çok zorlanırım. Fakat bu yıl hiç de öyle olmadı. Zira sinema açısından çok zayıf bir yılı bitirdik. Üç beş film dışında beklentilerimin çok altında kaldı. Yine çok fazla abartılan, yere göğe sığdırılamayan filmler var. Henüz izlemediğim önemli filmler var ama izlediklerim arasından en iyi 10 tanesini sıralayalım:

1- Sarmaşık



Tolga Karaçelik çektiği 2. filmle beni kendisine hayran bıraktı. İlk filmi Gişe Memuru asla kötü film değildi fakat çiğ kalan tarafları vardı. Bu filmde o çiğ kalan tarafları yok etmiş ve üstüne muhteşem diyaloglar ve Gökhan Tiryaki'nin enfes tek mekan çekimleriyle süslemiş. Nadir Sarıbacak'ın oyunculuğu kendisine hayran bıraktırdı. Gerilim, metafor ve kara mizah dolu, harika bir film. 
Puan: 85/100

2- The Lobster



Giorgios Lanthimos çoktan kendisini ispatlamış ve artık bu filmle beraber ününe ün katmış bir yönetmen. Yunan sinemacının daha önceki filmlerini izleyenler bilir ki, çok cesur, sert ve izleyiciyi şok eden bir tarzı vardır. Bu filmde bu üslubun biraz yumuşadığını gördüm. Fakat filmin hikayesi o kadar enfes ki, bu yumuşama çok fazla göze batmıyor. Aksine kendisini böyle daha çok sevenler de var. Ben Kynodontas ve Alpeis filmlerinden tanık olduğum o Haneke vari üslubu daha çok seviyorum. 2015'den enfes bir distopya olarak akıllarda yer edinecek bu film ilerleyen yıllarda.
Puan: 85/100

3- Youth



İtalyan yönetmen Paolo Sorrentino çok leziz, lirik ve sade bir film çekerek minimal sinemanın bütün güzelliklerini ortaya koydu. Film boyunca gelişen yüz gülümseten olaylar, samimi diyaloglar, Alplerin o muhteşem manzarası, izleyiciyi mest eden görsellikle beraber yılın en iyi filmleri arasında Youth'u saymamak olmaz. 
Puan: 80/100

4- Taxi



İranlı yönetmen Cafer Panahi, İran'da yönetmen olmanın ne demek olduğunu bu tamamı takside geçen filmle bize gösterdi ve çok ince bir zeka oyunuyla aynı zamanda İran'daki katı kurallara da gönderme yapmayı unutmadı. Doğu sineması sevenleri özellikle çok memnun eden bir film oldu. Berlin'de aldığı Altın Ayı ödülü kesinlikle hak edilmiş bir ödül. Puan: 80/10

5- Bulantı



Bütün filmlerini izlediğim ve sinemayı sevmemde en büyük pay sahibi olan Zeki Demirkubuz'un son filmi Bulantı beklentileri karşılayamadı ne yazık ki. Yine karanlıkta ışık arama, hayatın anlamını bulma ve var olmanın sancıları arasında geçen bir hikaye. Demirkubuz'un alıştığımız, üzerine sinen varoluşçu felsefenin bütün izlerini taşıyan bir film. Hikayede bir sıkıntı yok; fakat üslup ve sinematografi açısından yetersiz kalmış bir film. Normalde Demirkubuz sinemasında çok fazla görseli önemsemeyen birisiyim, kaldı ki zaten sinemada denk geldiği nokta da bunu gerektiriyor. Demirkubuz hiçbir zaman iyi bir görsellik yaratmadı filmlerinde, onun derdi hep hikaye ve sinema dili oldu. Onu Zeki Demirkubuz yapan da zaten tam olarak bu. Fakat bu filmde rahatsız edici derecede gelişen hızlı kesmeler ve filmle bağ kuramamaya neden olan kadraj sıkıntısı dikkat çekiciydi. Oyunculuklara gelirsek, çok başarısız kalınan noktalar olmasına karşın, filmin son kısmı Zeki Demirkubuz'un oyunculuğunda önemli bir kırılma anı bence. Oldukça deneysel, hikayesi açısından ilgimi çeken fakat çok ciddi eksikleri olan bir film oldu Bulantı. 
Puan: 70/100

6- Abluka



Emin Alper Tepenin Ardı filminde yaptığını yine yaptı ve distopik, metaforik bir filmle karşımıza çıktı. Bu kez ilk filmin altında kaldığını düşünüyorum. Fikir harika, yönetmenlik de gayet güzelken; bazı sahneler ve karakterler anlamsızlaşıyor, metaforik dilin sıkıntısı yaşanıyor. Benim şahsen altını dolduramadığım çok fazla nokta oldu. Sarmaşık daha metaforik olmasına rağmen anlam sorunu yaşamadım halbuki. Eksikleri olmasa yılın en iyi filmi diyebileceğim bir filmi 6. sıraya koymak beni üzüyor açıkçası. Çok daha iyi olabilirdi, olmalıydı. 
Puan: 70/100

7- Enklava



Kosova'da yaşayan bir Sırp ailenin dramını anlatan bu film aslında çoğunluğunu çocukların oluşturduğu küçük bir grup özelinde bütün bir Yugoslavya'yı ekrana yansıtmış. Bölgeyi ateşe çeviren milliyetçilik ve dincilik başrol. Yugoslavya tarihi ve yaşanan savaşlar her zaman ilgimi çekmiştir fakat ne yazık ki zaman zaman Mahsun Kırmızıgül çekmiş hissine kapılmaya engel olamadım. Bunun da nedeni çok fazla dramatik öğe kullanılması ve izleyiciyi bunun üzerinde odaklama kaygısının hissedilmesi. Dramı severim, ama anlatı yapısı bunun üzerinden hareketle izleyici üzerinde yoğunlaştığında ciddi sıkıntılar oluşabiliyor film dilinde. Yönetmen ne yazık ki bu hataya düşmüş ve harika bir film çekebilecekken kendi elleriyle filme zarar vermiş. 
Puan: 65/100

8- Sicario



Incendies gibi muhteşem bir filmin yönetmeni olan Denis Villeneuve hala o filmini aratmaya devam ediyor. Çıtayı öyle bir yere koydu ki, sonra çok önemli filmler çekmesine karşın hep beklentinin altında kaldı. En azından benim için öyle. Senaryosunda çok ciddi sıkıntılar var bu filmin. Oysa gerilimi güzel, sinematografi şahane. Ama bittiğinde ''ee nasıl oldu ki şimdi bütün bunlar?'' sorusunu sorduruyor. Bu da senaryonun zorlama olduğuna ciddi bir işaret. 
Puan: 65/100

9- Suffragette


Yer Londra, yıl 1900'lerin başları. Kadınlar hayatın her alanında erkek hegemonyasının yoğun baskısı altında. Hak talepleri var, bunlardan en önemlilerinden birisi oy hakkı. Fabrikada çalışan emekçi bir kadın üzerinden bunun hikayesi anlatılıyor. Yaşananlar, karakterler gerçek. Öncelikle filmin çok iyi bir dönem filmi olduğunu söylemek gerek. Mekanlar, kostümler, makyajlar çok başarılı. Fakat filmin iyi bir sinema dili yakalayabildiğini söylemek güç. Kadın sorunu oy kullanma hakkının elde edilebilmesinden çok öte ve film buna daha sağlam işaret etmeliydi. Bu soruna kafa patlatan bir erkek olarak beni çok fazla tatmin edemedi. Tabii ki bu kötü film olduğu anlamına gelmez ki zaten listede de yer verdim sonuç olarak. Ama çok daha iyi bir film bekliyordum, olmadı. Puan: 65/100

10- Macbeth



Michael Fassbinder ve Marion Cotillard'ın oynadığı bir Shakespeare uyarlaması kulağa çok hoş geliyor. İki oyuncunun da hastası bir sinemasever olarak filmi uzun bir zamandır merakla bekliyordum. En büyük hayal kırıklığım Cotillard'ın epey geri planda kalmış olması oldu. Mrs. Macbeth karakteri her ne olursa olsun çok daha baskın ve kendisinden söz ettiren bir rol gerektiriyordu. Cotillard'ın karakteri kötü yazılmış ve filmde az yer verilmiş. Fassbinder'e gelirsek isminin hakkını vermiş, epey etkileyici bir oyunculuk.  Ne yazık ki tiyatral ve edebi dil filmin üzerinde çok etkili olmuş. Yönetmenin amacı elbette bu. Ne yazık ki dedim; çünkü sinema filmi izler gibi bir hava yakalayamadım. Shakespeareyen dil inanılmaz yorucu ve sıkıcı bir atmosfer yaratmış. Görüntü yönetmeni de bu atmosferi öyle iyi süslemiş ki filmi izlerken insana inanılmaz bir kasvet çöküyor. Sinemada izlediğim en yorucu filmlerden birisi olarak da hafızamda yer edinecek bu film. Puan: 65/100

NOT: Victoria, Son of Saul, The Revenant, Plemya, Carol, 45 Years, Irrational Man, The Hateful Eight, Ex Machina, The Diary of a Teenage Girl, Steve Jobs, Rüzgarın Hatıraları, Beasts of No Nation, Dheepan, Amy gibi daha bir çok yılın önemli filmini henüz izlemedim, ya da bir kısmını izleyemedim. Bu filmleri izlediğimde şüphesiz ki liste değişecektir. Şu ana kadar izlediklerim arasından bu seçimleri yaptığım için çok da geçerli bir liste olmadı. 

NOT2: Mustang ve Love bu yıl en çok hüsrana uğradığım iki film oldu. Beklentilerim büyüktü bu iki film için, fakat özellikle Mustang tek kelimeyle facia. Bunların dışında Southpaw, Bone Tomehawk, Bolgen vasat filmler arasında kaldı. Çekmeceler hikaye itibariyle epey ilgimi çekse de olmamış bir film, Limonata güldüren yerli komedi kotasından aklımda kalan bir film oldu. Diğerleri içinse kafa patlatmaya lüzum yok.  

26 Aralık 2015 Cumartesi

Sinema Tarihi #3 - Edwin Stanton Porter ve D. W. Griffith

Yazı dizisinin ilkinde sinematografın icadından ve kısaca sinemadaki bakış açılarının oluşumundan bahsettik. İkincisinde ise konuya biraz daha ivme kazandırarak Lumiêre kardeşlere ve Georges Méliès'e değindik kısaca. Bu bölümde ise artık Edwin Stanton Porter ve D. W. Griffith'e giriş yaparak, yavaş yavaş Avrupa'daki akımlara geçiş yapacağız.



Lumiêre kardeşlerin icat ettiği sinematograf, çektikleri gerçek görüntüler insanların çok ilgisini çekti. Daha sonra izleyici farklılığa ihtiyaç duyduğunda imdada Georges Méliès yetişti ve insanları dekorlarla, illüzyon görüntülerle, farklı bir mizah anlayışıyla ve hatta bilim-kurgu ile tanıştırdı. Fakat bu da bir zaman sonra izleyicide farklı beklenti yaratmaya başladı. Ve bir kurgu ustası çıktı karşılarına: Edwin S. Porter. 

Porter ile birlikte kamera sokağa indi. Bu da beraberinde bir çok önemli yeniliği getirdi. Bu yenilikler zorunluluktan doğdu çünkü kameranın sınırları genişledi. 1903'de çektiği Bir İtfaiyecinin Yaşamı filminde kendi çektiği gerçek görüntülerle kurmaca görüntüleri bir araya getirdi. Bu görüntüler farklı zamanlarda çekilmiş görüntülerdi. Bu sinemada artık bir kurgu tekniğinin somut anlamda başladığını gösteriyordu. Aynı zamanda paralel kurgu denilen kavramın doğuşu da bu filmle oldu. Çünkü filmde gördüğümüz kurmaca yangın sahnesi ile sokakta at arabalarıyla ilerleyen itfaiyecilerin gerçek görüntüsü farklı zamanlarda çekilmiş olmasına rağmen kurgu tekniğiyle birleştirilip eş zamanlı gösterilmiştir. Yine 1903'de çektiği Büyük Tren Soygunu filminde yine kurmaca sinemanın ilk güzel örneklerinden birisini vermiştir. Fakat bu filmlerde her ne kadar kurgu konusunda çok önemli atılımlar yapmış olsa da ayrıntı çekimler, yakın planlar, çekim ölçekleri yok. Kamera birkaç küçük istisna hariç hep sabit ve hareketsiz.

D.W Griffith'in dönemi başladığında sinema çok büyük değişimlere uğrayacaktır. Sinemanın hemen her noktasına damga vurmuş ve kalıcı izler bırakmıştır. Çektiği ilk filmler tek makaralık kısa filmlerden oluşuyor. Bu dönemde İtalya'da devasa dekorların ve kalabalık figüran kadrolarının kullanıldığı epik filmler başlıyor. Bunun en güzel örneklerinden Roma'nın Fethi filmi ABD'de gösteriliyor. Epik tiyatro geleneğinin bütün unsurlarını sinemaya taşıyan bu film Griffith'te büyük hayranlık uyandırıyor. Daha sonra bu tarz epik filmler çekmek için hazırlıklar yapıyor. Fakat patent şirketleri böyle filmlere izin vermiyor, çünkü uzun olduğu için masraflı ve alışık oldukları bir tarz değil; bu yüzden de riske girmek istemiyorlar. Griffith ise Los Angeles'ta kendi film yapım şirketini kuruyor.

Bu yapım şirketi altında oluşturduğu film ekibiyle Bir Ulusun Doğuşu adlı epik filmi çekiyor. Bu film 12 makaradan oluşuyor ve kurguda kesilmiş haliyle birlikte 3 saat sürüyor. O dönem için bunun güçlüğünden bahsetmeye lüzum bile yok. Çektiği bu film büyük ilgi görüyor ve çok iyi bir hasılat yaratıyor. Bu hasılattan yola çıkarak hemen sonraki filmi olan Hoşgörösüzlük filminin hazırlıklarına başlıyor. Bu Griffith'in sinema tarihine getirdiği bir yeniliktir; zira ondan önce hiçbir yönetmen bu tarz bir hazırlığın içerisine girişmemiştir. Çekim senaryosuna kadar her şey hazır olduktan sonra çekimlere başlar. Büyük dekorlar ve kalabalık bir figüran kadrosu vardır. Film 4 öyküden oluşur, son öykü mutlu bir sonla biter; çünkü burada tıpkı gerçekçi roman geleneğinde olduğu gibi okuyucuyu(izleyiciyi) rahatlatma-gevşetme mantığı vardır. Daha sonra klasikleşmiş bir Hollywood tekniği haline gelmiştir bu yaklaşım. 

1913'de çektiği Domuz Çıkmazı Serserileri filmi sinema tarihindeki ilk film-noir örneğidir. 1915'de çektiği Vicdan Azabı filmi ise gerilim türünün ilk somut örneği olarak kabul görür. Griffith'le birlikte ilk kez bir yönetmen bir öykü aracılığıyla seyircide gerilim yaratmıştır. Hızlı kamera hareketleriyle ve hızlı kurgu tekniğiyle bu gerilimi daha da arttırarak izleyicide şok etkisi yaratıyor. 

Griffith sinemanın kendi dilini yaratan yönetmendir. Çünkü ilk kez bir yönetmen çekeceği filmlere hazırlık yapmıştır. Dekorlar, kostümler, figüran kadroları, çekim senaryoları, ışık kullanımı gibi bir çok önemli alanda ekibiyle birlikte uzun süren çalışmalar yapmıştır. Ayrıntı çekimi, yakın planı ilk kullanan kendisidir. Yakın plan çekimlerle birlikte önem kazanan oyunculuk konusunda yaptığı açılımlar vardır. Oyuncu yönetmenliği kavramını ortaya çıkarmıştır. Oyuncu eğitimi, oyuncu seçimi gibi detaylarla oyunculuk kavramına yeni bir boyut kazandırmıştır. Konu mekan ilişkisini ilk kez önemseyen ve seyirciye bunu anlatan yönetmen de kendisidir. Bütün filmlerinde önce mekanı tanıtır ve seyirciye hikayenin nerede geçtiğini gösterir. Klasik hollywood anlatı yapısının temellerinden birisidir bugün hala bu. Abartılı oyunculuğa son verir; çünkü sinemanın kendine has bir dili vardır ve tiyatrodan ayrı bir sanattır. Bu yüzden oyunculuklar da tiyatral değil sinema oyunculuğu şeklinde olmalıdır ona göre. Kamera kaydırma hareketini sinemayla tanıştıran yine Griffith'tir. Aydınlatma metotlarına özel olarak çalışır, gece çekimleri yapar. 

Özetlemek gerekirse Griffith gerçekçi roman geleneğinden ve epik tiyatrodan yola çıkarak sinemanın kendine has dilini yaratmıştır. Hollywood'un klasik anlatı yapısı dahil olmak üzere bir çok kemikleşmiş özelliği ondan ileri gelir. Dönemindeki ve kendisinden sonraki yönetmenlerin üzerinde çok büyük izler bırakarak sinema tarihine geçmiştir.

17 Aralık 2015 Perşembe

Sinema Tarihi #2 - Sinema Lumiêre kardeşler ve Georges Méliès'in elinde yükseliyor!


Tarih araştırmalarına bakıldığında, sinemanın 1895'de Lumière kardeşler ile başladığı görülecektir. Trenin Gara Gelişi çekilen ilk film olarak kabul görür. Fabrikadan Çıkan İşçiler ise gösterilen ilk film olma özelliğini taşır. Bu filmlerin ortak özelliği, herhangi bir çekim ölçeği, sanatsal müdahale barındırmıyor olmasıdır. Yegane amaç gara gelen treni ve fabrikadan çıkan işçileri kayda almaktır. Olanı olduğu gibi aktarmışlardır, dolayısıyla kurmaca değildir. Fakat yine Lumiêre kardeşlerin çektiği Bahçıvanın Sulanışı filmi öykü içeren ilk film olma özelliği taşır. Filmde bahçeyi sulayan bir bahçıvan ve hortuma basan bir çocuk vardır. Çocuk bahçe sulanırken hortuma basar ve su bahçıvanın yüzüne gelir. Bu yönüyle bir öykü anlatımı vardır ve bu aynı zamanda güldürü türünde çekilen ilk film olduğunu da işaret eder. Lumiêre kardeşler, Sinema Tarihi #1 - Sinema Aygıtının İcadı ve Sinemadaki Bakış Açılarının Oluşumu yazısında bahsettiğim üç bakış açısının ilki olan, yani olanı olduğu gibi aktarma fikriyle hareket ettiler. Bu biraz da mecburiyet nedeniyle böyleydi. Zira eldeki imkanlar doğrultusunda başka bir alternatifleri de yoktu. Dekor, oyuncu, stüdyo, çekim ölçekleri gibi kavramlar henüz doğmamıştı. 



Lumiêre kardeşler Thomas Edison tarafından geliştirilen kinotoskopun patentini alamadıkları için kendi sinema aygıtlarını yaratırlar. Fotoğrafçı olan babalarının da yardımıyla sinematografı meydana getirirler. Bu aletle hem film çekip hem de gösterim yapabiliyorlardı. Gösterdikleri görüntülerde gara gelen tren, fabrikadan çıkan işçiler, bahçe sulayan bahçıvanlar vardı. Bunları izlemek ilk olarak insanların çok ilgisini çekti. Ağzına kadar dolan salonlar, üzerlerine gelen trenleri gerçek sanan izleyiciler, ayakta alkışlanan gösterimler... Fakat bir zaman sonra insanların artık bu gerçek hayatta da görebildikleri görüntülere olan ilgisi azaldı. Lumiêre kardeşler ellerindeki aygıtı bir kaç noktaya gönderdi ve böylece yeni isimler ortaya çıktı.




Georges Méliès bu isimlerden birisiydi. Aygıta çok merak duydu ve Fransa'da bir stüdyo kurdu. İllüzyonist olduğu için kamera ile olan birlikteliği sinema tarihi açısından önemli kazanımlara neden oldu. Bunlardan en önemlisi kameraya illüzyon yeteneği kazandırması oldu. Ne demekti bu? Kesme, atlama gibi fonksiyonların doğmasıydı. Bunun yanında dekor kullanımı da sinema tarihi açısından bir ilkti. Güçlü mizah duygusundan yola çıkarak, dekorlar ve kameradaki atlamalar aracılığıyla kurmaca bir gerçeklik yaratmıştı. 1902'de çektiği Aya Seyahat filmi bunun bütün örneklerini içerisinde barındıran bir film. Nasıl ki Lumiêre kardeşler belgesel gerçekliği taşıyan sinemanın öncüsüyse, Georges Méliès de kurmacanın öncüsü olarak değerlendirilmelidir. 

Devamı gelecek...

16 Aralık 2015 Çarşamba

Nuri Bilge Ceylan'ın En Sevdiği 10 Film



Geçtiğimiz yıl Kış Uykusu filmiyle Cannes'da büyük ödülü alarak bizi onurlandıran Nuri Bilge Ceylan'ın en sevdiği 10 filmi merak ediyor musunuz? Liste kendisini yakından takip eden sinemaseverleri şaşırtmayacaktır. Zira anlatı yapısı, çekim teknikleri dikkate alındığında Tarkovsky, Bergman, Bresson, Antonioni gibi usta yönetmenlere öykündüğü, onlardan çok fazla şey öğrendiği ortada. Listede de ağırlık bu yönetmenlerde.


  • Andrei Rublev (Andrei Tarkovsky, 1966))
  • Au Hasard Balthazar (Robert Bresson, 1966)
  • L'Avventura (Michangelo Antonioni, 1960)
  • L'eclisse (Michalangelo Antonioni, 1962)
  • Late Spring (Yasujiro Ozu, 1949)
  • A Man Escaped (Robert Bresson, 1956)
  • Mirror (Andrei Tarkovsky, 1974)
  • Scenes from a Marriage (Ingmar Bergman, 1995)
  • The Shame (Ingmar Bergman, 1968)
  • Tokyo Story (Yasujiro Ozu, 1953)



  • 15 Aralık 2015 Salı

    Sinema Tarihi #1 - Sinema Aygıtının İcadı ve Sinemadaki Bakış Açılarının Oluşumu





    Öncelikle sinemanın yalnızca sinema olmadığını; içerisinde bütün sanat dallarından ve toplumların uygarlık tarihlerindan izler olduğunu, bu anlamda da bir sentez olduğunu belirtmek gerek. Sinema aygıtı ''bir icat yapalım, eğlenceli olur'' mantığıyla değil bir dizi tarihsel icat sonucunda ortaya çıkmıştır. Fizikten kimyaya, astronomiden biyolojiye bir çok alandaki bilimsel birikimin bir sonucudur. Coğrafi keşiflerle birlikte bu alanlarda uygarlığa damga vuran gelişmeler elde edilmiş ve bunun da sinemanın oluşumuna olan katkısı doğrudandır. 

    Sinema aygıtının ortaya çıkışını üç aşama ile ele almak mümkün:

    1- Hareket yanılsamasının fark edilmesi: Isaac Newton ışığın gözünde bıraktığı etkinin karanlık odaya geçtiğinde de devam ettiğini anladığında aslında gözün hareket yanılsamasını fark etmişti. Buradan hareketle deneysel psikoloji alanında büyük atılımlar yapıldı.

    2-Aygıtın keşfi: Platon'un mağara alegorisindeki yansıtma kuramından, Da Vinci'ye kadar uzayan bir merakın sonucudur bu keşif aslında. Bu aşamada dışarıdan gelen ışığın karanlık kutu içerisindeki toplanılışı söz konusudur.

    3- Aygıtın görüntü kaydetmesi: Aygıtın içerisindeki duyarlı maddenin keşfi tıp bilimindeki gelişmelerden, coğrafi keşifler sırasında bir ihtiyaç sonrasında bulunan teleskopa kadar gider. Keşfedilen o duyarlı mercek ve hareket yanılsamasının eş zamanlı hareketinin sağlanması ile ilk önce saniyede 16 kare kaydedilirken, daha sonra saniyede 24 kare yakalanmaya başlanmıştır. 

    Elde edilen bu alet ilk önce eğlence amaçlı kullanıldı. Boks maçları gibi çeşitli eğlence faaliyetleri bu aygıta kaydedildi. Bunların sanatsal bir tarafı yoktu, çünkü herhangi bir müdahale olmaksızın olduğu gibi aktarılan görüntülerdi. 

    Gerçekçi roman geleneğinde gördüğümüz bu gerçeği olduğu gibi aktarma kaygısına karşın, gerçeklik eğer olduğu gibi aktarılıyorsa, değiştirilerek de aktarılabilir fikri de yer buldu. Nasıl ki müzikte notalarla, resimde fırçalarla düzenlemeler yapılıyorsa bu aygıtla da gerçeklik düzenlenebilirdi. 

    Bu noktada üç bakış açısı sinema tarihine yön vermiştir. Bunlardan ilki gerçeğin herhangi bir müdahale olmaksızın olduğu gibi aktarılması. Burada sanatçının görevi yaratmak ya da eldeki gerçeği şekle sokmak değil olanı olduğu gibi aktarmaktır. İkinci bakış açısında, gerçeklikten bağları koparma fikri yatmaktadır. Sanatçı kendi hayal gücüyle bir kurmaca, taklit yaratır. Üçüncü bakış açısı ise, gerçeğin arkasındaki gerçekliği görme ve gösterme fikridir. Sanatçının derdi görünen maddi gerçekliği değil onun arka planında yatan gerçekliği irdelemek ve izleyiciye göstermektir. İlerleyen yıllarda oluşacak olan Avrupa'daki sinema akımları buradan hareketle doğmuştur. 

    13 Aralık 2015 Pazar

    Woody Allen'ın En Sevdiği 10 Film



    Geçtiğimiz günlerde 80. yaş gününü kutlayan Woody Allen'ın en sevdiği 10 filmi inceleme altına alalım. Usta yönetmenin en sevdiği film listesine baktığımızda her zaman idolleri olarak bahsettiği Ingmar Bergman ve Federico Fellini'nin yanı sıra Luis Bunuel, Stanley Kubrick, Orson Welles, Truffaut, Kurosawa gibi sinema tarihine damga vurmuş yönetmenlerin filmlerini görüyoruz. Usta yönetmenin favori film listesine bakarak bile kendisinin sinema anlayışına, klasına saygı duymamak elde değil. Her sinemaseverin izleyip hatim etmesi gerektiğini düşündüğüm film listesi şöyle:





  • The 400 Blows (François Truffaut, 1959)
  • 8½ (Federico Fellini, 1963)
  • Amarcord (Federico Fellini, 1972)
  • The Bicycle Thieves (Vittorio de Sica, 1948)
  • Citizen Kane (Orson Welles, 1941)
  • The Discreet Charm of the Bourgeoisie (Luis Buñuel, 1972)
  • Grand Illusion (Jean Renoir, 1937)
  • Paths of Glory (Stanley Kubrick, 1957)
  • Rashomon (Akira Kurosawa, 1950)
  • The Seventh Seal (Ingmar Bergman, 1957)
  • 12 Aralık 2015 Cumartesi

    Film Önerileri #1 - Phoenix


    Christian Petzold sinemasıyla Die Innere Sicherheit filmi sayesinde tanıştım. Filmi çok beğendim, bende olumlu izlenimler bıraktı ve yönetmenin diğer filmlerini de izleme kararı aldım. İlk olarak da gözüme çektiği en son film olan ve 34. İstanbul Film Festivali'nde de gösterim şansı bulan Phoenix çarptı.

    Bu noktadan sonra yazı yer yer spoiler içerir.
    Ayrıntılı olarak incelemek gerekirse film 2. Dünya Savaşı sonrası Almanya'sında geçiyor. Nina Ross'un hayat verdiği ana karakterimiz, Naziler tarafından kamplarda işkenceye maruz kalmış, ölmemiş ama özellikle yüzünde ciddi hasarlar kalmış, her şeyi unutup hayata yeniden başlamak isteyen Yahudi bir müzisyen. Estetik ameliyatı olarak kötü görüntüsünden kurtuluyor, eski haline benzer bir görüntüye kavuşuyor ya da kavuştuğunu sanıyor. Kendisi gibi toplama kampına götürülen eşinin akibetini öğrenmek için sokaklara çıkıyor, bir şekilde buluyor eşini ama eşi kendisini görüntüsünden dolayı tanıyamıyor. Tanıması gerektiğini düşündüğü için bir şey söylemiyor, ısrarla tanıması için çaba sarf ediyor. Bütün bunlara rağmen eşi karakterimizi tanıyamıyor ve hatta öyle ki, kendisinden kalan mal varlığına sahip olmak için eşinin taklidini yapmasını, onun gibi görünmesini istiyor.  Bütün bir süreç boyunca karakter inişler çıkışlar yaşıyor ve film çok çarpıcı bir final sahnesiyle bitiyor.

    İstese çok rahat bir şekilde seyircinin duygu dünyasını yerle bir edip ağlatabilecekken bundan uzak duruyor Petzold. Onun sinemasında sert, uçlarda bir üsluba yer yok zira. Derdini naif ve yalın bir şekilde anlatıyor, bunu yaparken de sinemanın teknik nimetlerinden faydalanmayı es geçmiyor. Diğer filmlerini izlemediğim için çok da keskin konuşmak istemiyorum ama şu filmdeki yönetmenliğine hayran olmamak elde değil. Alan derinliği, netleme gibi konularda ustalaşmış. Bu teknik becerisini Berlin Film Okulu mezunu olmasına bağlayabiliriz herhalde. Teknik yeterliliğin yanına politik duyarlılık ve gözlemcilik eklenince ortaya böyle güzel bir film çıkıyor. 

    Alman yönetmenin izlediğim iki filmi de oldukça iyi filmler oldu. Filmografisinin tamamını inceleyip hepsini bitirmek gerek. En azından ben öyle yapacağım.